TEVEKKÜL: İBRAHİM (AS) GİBİ OLMAK
Teslimiyetin zirvesi sayılacak bir örnekliktir İbrahim (as)’in hayatı. Doğumundan vefatına kadar. Şüphesiz O’nun en öne çıkan özelliklerinin başında “kayıtsız, şartsız” Allah’a olan sonsuz teslimiyeti.
اِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُٓ اَسْلِمْۙ قَالَ اَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“Rabbi ona: ‘Teslim ol!’ dediğinde o da: ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi.” (Bakara, 2/131)
İslâm, yalnızca bir inanç beyanı değil; ruhu, bedeni ve kalbiyle bütünüyle Allah’a teslimiyettir. Bu teslimiyet, aklın tereddüdünü aşan, kalbin derinliklerinde açılan bir sır kapısıdır. Peygamberlerin kıssaları bu kapının anahtarlarını taşır. Kur’ân, onları bize hikâye olsun diye değil; yolumuzu aydınlatan kandiller olsun diye anlatır. İbrahim (as) ve İsmail (as) kıssaları da bunlardan biridir.
Hâcer’in Tevekkülü: Sessiz Bir Duâ
İbrahim (as), Hâcer validemizi ve yavrusu İsmail’i ekinsiz bir vadiye bırakırken, Hâcer’in dilinden dökülen söz de tıpkı İbrahim (as) gibi, başka bir teslimiyetin zirvesidir:
— “Bizi buraya bırakmanı Allah mı emretti?”
— “Evet.”
— “Öyleyse Rabbim bizi zayi etmez.”
Bu söz, görünürde bir kadının çöl ortasında söylediği cümle gibi görünse de, hakikatte kıyamete dek tevekkülün en gür nidâsıdır. Hâcer annemiz, yalnızca o an için değil; bütün anneler için, bütün mümin gönüller için konuşmuştur. Ne muazzam bir tevkkül örneği.
Bilindiği gibi "el-Vekîl", Allah’ın Esmaü’l-Hüsnâsı (güzel isimleri) arasında yer alan derin anlamlı bir isimdir. Arapça kökenli olan "el-Vekîl" (الوكيل), kelime olarak "bir işi kendi üzerine alan, sorumluluğunu üstlenen, güvenilen, işlerin kendisine havale edildiği kimse" anlamına gelir.
"El-Vekîl", her işte ve her durumda kullarının işlerini en iyi şekilde idare eden, onlar adına en güzel neticeyi sağlayan, güvenilen ve işleri üzerine alan yegâne varlık demektir.
Kur’an’da birçok ayette Allah’ın vekil oluşu ifade edilir. Örneğin:
“Allah, kendisine tevekkül edenlerin işini görüp yönetir.”
(Ali İmran, 3/159)
“O, ne güzel Mevla’dır, ne güzel Vekîl’dir.”
(Al-i İmran, 3/173)
Bu ayetlerde Allah’ın, kendisine güvenenlerin işlerini üstlendiği ve onların ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşıladığı anlatılır. el-Vekîl, Allah’ın her şeyi bilen, gören ve en iyi şekilde yöneten bir ilah olarak, kullarının işlerini en güzel şekilde üstlendiğini, onları asla yüz üstü bırakmadığını ifade eder. Ona güvenmek, tevekkül etmek, kalpte sükûn ve teslimiyetin kapılarını açar.
İşte İbrahim (as) ve Hâcer vâlidemizin Allah’a, dolayısıyla bütün isim ve sıfatlarına ve özellikle “el-Vekîl” ismine teslimiyetlerinin ne derece sağlam olduğunu görüyoruz.
İşte Zemzem, bu tevekkül ve teslimiyetin başlangıcı ve su ile rahmet olup ebedi bir şifa kaynağına dönüşmesinin basamaklarından biri oluveriyor.
Suyun tükendiği o an… Hâcer’in Safâ ile Merve arasında koşuşu… Yedi kez tekrarlanan o arayış, aslında insanın varoluş koşusudur aynı zamanda. Bir yanda çaresizlik, öte yanda Allah’a olan güven…
Ve ansızın, küçük İsmail’in ayaklarının dibinden fışkıran su…
Zemzem, sadece bir su değil; tevekkülün rahmete dönüşmüş hâlidir. O günden bu yana milyarlarca dudak bu sudan içmiş, ama aslında içtikleri şey Allah’ın vaadine olan güven olmuştur.
Rasûlullah (sav) buyurur:
“Allah, İsmail’in annesi Hâcer’e rahmet etsin. Eğer zemzemi kendi hâline bıraksaydı, o su, coşup akan bir nehir olurdu.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)
Bugün Hac ve Umrede Safâ ile Merve arasında yapılan sa‘y, işte bu tevekkülün kıyamete kadar hatırlanışıdır.
Ve İbrahim’in (as) duâsı, niyâzı:
İbrahim (as), Mekke vadisinde ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
رَبَّنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ رَبَّنَا لِيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ فَاجْعَلْ اَفْـِٔدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْو۪ٓي اِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye, neslimden bir kısmını senin hürmetli Beyt’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.” (İbrahim, 14/37)
Bu duâ, yalnızca bir baba duâsı değildir; nesillerin istikamet duâsıdır. İbrahim (as), kendi evlâdı için duâ ederken aslında kıyamete dek bütün mümin evlâtlar için yakarmaktadır.
Dünya nimetleri mümine de kâfire de verilir. Ama hakikî nimet, kalbin Allah’a bağlanmasıdır. Servet ve kudret, kulluğa hizmet ettiği ölçüde kıymet kazanır; eğer azgınlığa vesile olursa yalnızca birer felâkettir.
Bundan dolayıdır ki İbrahim (as), Hâcer annemiz ve İsmail (as)… Onların hikâyesi, bize şunu hatırlatır:
peki bugüne yansıyan, bizim almamız gereken o günün mesajı nedir?
Kaç anne Hâcer gibi tevekkül sahibidir?
Kaç baba İbrahim (as) gibi Rabbine ve ailesine sadıktır?
Kaç evlât İsmail (as) gibi Allah’ın rızasını anne-baba rızasında bulur?
Kaç eş, yol arkadaşına Allah yolunda destek olur?
Biz Ka‘be’yi taş taş yeniden inşa edemeyiz belki, ama kalpleri yeniden imâr edebiliriz. Her gönül, Allah’ın nazargâhıdır; onu ihya eden, aslında bir mabedi onarmış gibidir.
Peki İbrahim gibi olmak, o izi takip etmek…
İbrahim (as) gibi olmak; Allah’ın emrine “Başüstüne” demek, Hâcer gibi olmak; çöl ortasında “Rabbim beni zâyi etmez” diyebilmektir. İsmail gibi olmak ise, bıçağın keskin ucunda bile “Teslimim ya Rabbi” diyebilmektir.
Teslimiyet bir kavram değil, bir hâl; bir bilgi değil, bir yaşantıdır. İşte bu hâli yakalayabilenler, kıyamete dek İbrahim’in yolunun yolcuları olacaktır.
Rabbim! Şeffatlerine nâil eyle, layık gör bizi de…
Nursi ÜNALAN