Küresel Düzen, Demokrasi ve İnsanlığın İmtihanı
İnsanlık, 21. yüzyılın eşiğinde umutla adım atarken, beraberinde büyük bir yanılsamayı da taşıyordu: Teknolojik ilerleme, küreselleşme ve liberal demokrasi; bir tür evrensel barışın ve refahın öncüsü olacak, ulusları eşitleyecek, halkları özgürleştirecekti. Ancak bu vaatlerin çoğu, bugünün çok kutuplu ama adaletsiz dünyasında, yerini derin bir hayal kırıklığına ve toplumsal öfkeye bırakmıştır.
Modern dünya düzeni, artık sadece siyasi ve ekonomik eşitsizliklerle değil, aynı zamanda ahlâki bir krizle de karşı karşıyadır. Güç ve adalet arasındaki mesafe açılmış, uluslararası hukuk çoğu zaman güçlülerin aracı haline gelmiş, küresel vicdan susturulmuştur.
Demokrasi, tarihsel olarak halk iradesinin tecelli ettiği, yönetimin meşruiyetini halktan aldığı bir yönetim biçimi olarak idealize edilmiştir. Ancak günümüz dünyasında demokrasi, giderek biçimsel bir ritüele dönüşmüş; halkın gerçek karar süreçlerine katılımı yerini, manipülasyonun ve temsil krizinin hâkim olduğu bir sisteme bırakmıştır.
Siyasi bilimci Colin Crouch’un deyimiyle artık bir “post-demokrasi” dönemindeyiz: Seçimler yapılmakta, parlamentolar çalışmakta; ancak kararlar, çok uluslu şirketler, silah lobileri, finans grupları ve medya tekelleri gibi "görünmez güç merkezleri" tarafından şekillendirilmektedir.
Bu yapısal sorun, sadece otoriter rejimlerde değil; Batı’nın sözde “liberal demokrasilerinde” de belirgindir. Halkın iradesi ile devletin politikaları arasındaki uçurum, giderek büyümektedir.
ADALETİN DİLİ SUSTUĞUNDA
Uluslararası toplumun sözde en yüksek karar organı olan Birleşmiş Milletler, özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısıyla, adaletin değil gücün kurumsallaştığı bir yapıya dönüşmüştür.
Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerinin (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) veto hakkı, küresel karar alma süreçlerini neredeyse tamamen bu ülkelerin çıkarlarına rehin bırakmaktadır. Bu durum, 1945 sonrası kurulan sistemin neo-emperyal bir uzantısı haline geldiğini açıkça göstermektedir.
En dramatik örneklerden biri, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü sistematik şiddet politikalarıdır. Uluslararası hukuk normlarına açıkça aykırı olan bu eylemler, çoğu zaman Birleşmiş Milletler tarafından sadece “endişeyle izlenmekte”, ancak caydırıcı hiçbir somut adım atılmamaktadır.
Filistin’de akan kan, yalnızca bir halkın değil; aynı zamanda insanlığın vicdanının susturulmuş çığlığıdır.
SİYASİ SÖYLEMİN İFLASI VE ÇİFTE STANDART
Batılı ülkelerin demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusundaki söylemleri, uzun yıllar boyunca küresel bir etik standart gibi sunulmuştur. Ancak bu söylemin çifte standartlı uygulamaları, özellikle Ortadoğu, Afrika ve Güney Asya gibi bölgelerde güvenilirliğini yitirmiştir.
ABD’nin Irak’a “özgürlük ve demokrasi” getirme iddiasıyla giriştiği işgal, bir milyondan fazla insanın yaşamına mal olmuş, ülkeyi istikrarsızlık ve şiddetin içine sürüklemiştir. Bugün hâlâ süregelen etnik ve mezhepsel çatışmalar, bu müdahalenin sömürgeci bir projeden öteye geçmediğini göstermektedir.
Aynı şekilde, İsrail’in askeri politikalarına karşı gelen uluslararası kınama çağrılarının ABD ve bazı AB ülkeleri tarafından ya veto edilmesi ya da görmezden gelinmesi, insan haklarının evrensel değil, stratejik bir araç haline geldiğini ortaya koymaktadır.
MÜSLÜMAN ÜLKELER: SÖYLEM VAR, EYLEM YOK
İslam coğrafyasında ise tablo daha iç karartıcıdır. Pek çok Müslüman ülke, Filistin’deki insanlık dramına karşı yalnızca simgesel açıklamalarla yetinmekte, eylem düzeyinde ciddi bir irade sergileyememektedir. Son olarak İsrail peş peşe Katar’ın başkenti Doha’ya, ertesi gün Yemen’in başkenti Sana’ya çok rahata bir şekilde saldırıp insanları öldürebilmekte ama ne acıdır ki sözüm ona Müslüman ülkelerin yöneticilerinden sadece bol bol kınamadan öteye bir ses veren çıkmamaktadır.
Bu sessizlik, sadece diplomatik pasiflik değil; aynı zamanda ekonomik bağımlılığın ve politik iradesizliğin bir yansımasıdır. Petrol ve doğalgaz zengini ülkeler dahi, Batı'nın finansal ve siyasi etkisi altında bağımsız bir duruş sergileyememektedir.
Ne var ki bu tablo, halkların vicdanını temsil etmemektedir. Sokağa çıkan, meydanları dolduran milyonlarca insan, Filistin halkıyla gerçek bir dayanışma içindedir. Asıl eksik olan, bu vicdani duyarlılığı siyasete taşıyacak ahlâki liderliktir.
Tüm bu karamsar tabloya rağmen, barış hâlâ mümkündür. Ancak barış, mevcut küresel sistemin doğal bir çıktısı değil; bilinçli bir mücadeleyle inşa edilmesi gereken bir süreçtir.
Barış; adalet olmadan yaşayamaz.
Barış; eşitlik, onur ve hakikat üzerine kurulmalıdır.
Bu noktada Hannah Arendt’in şu sözünü hatırlamak gerekir:
“Hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inanç, tiranların en güçlü silahıdır.”
Bugün dünyanın dört bir yanında, adalet için ayağa kalkan insanlar; bu umudu diri tutmaktadır.
Yeni bir dünya düzeni mümkün mü? Evet, mümkündür. Ama bunun için:
1. Bilinçli Birey ve Toplum
2. Bağımsız Medya ve Anlatı Gücü
3. Alternatif Ekonomik ve Dijital Yapılar
4. Küresel Vicdan Hareketleri
5. Ahlâki ve Vizyoner Liderlik
SONUÇ: ZOR ZAMANLAR, ZOR SEÇİMLER
Dünya bugün bir kırılma noktasında duruyor. Ya mevcut sistemin adaletsizliğini kabullenip susacağız; ya da vicdanın, adaletin ve barışın sesi olacağız.
Bu kolay bir yol değildir. Ama insanlık tarihindeki tüm gerçek dönüşümler, zor zamanların içinden doğmuştur. Barış, güçlülerin lütfu değil; bilinçli halkların, cesur liderlerin ve adalet talep eden vicdanların inşa edeceği bir gelecek tahayyülüdür.
Nursi ÜNALAN
Kaynakça: